The Atlantic'ten derinlemesini Türkiye 'Analizi': Bu ülkede bir gün...

22 June 2018 15:44 0 görüntüleme
The Atlantic'ten derinlemesini Türkiye 'Analizi': Bu ülkede bir gün...

PeyamaKurd- The Atlantic'te, Selim Koru imzası ile yayınlanan makalede, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan sıradan bir figürken siyaset sahnesine taşıyan süreç, toplumsal dinamikler ve bugünkü memnuniyetsiz tablo kapsamlı bir biçimde irdeleniyor.

Makalede, bir umut figürü olarak yükselen Erdoğan'ın şimdilerde temsil ettiklerine yönelen güçlü itiraza da dikkat çekiliyor.

“Bir gün şeriatın hüküm süreceği”

Yıl 1989. Refah adında küçük bir İslamcı parti, “Milli Bilinç” başlıklı bir konferans düzenliyor. Kitle çoğunluğu yaşlı, başlarında namaz takkeleri olan, zayıf, bıyıklı erkeklerden müteşekkil. Çok geçmeden uzun boylu, zayıf, iyi dikilmiş bir takım elbise giymiş genç bir adam konuşmak için kürsüye çıkıyor. Selamünaleyküm diyor. Ama kibar duruşu, verdiği mesajın sertliği ile tezat teşkil ediyor. Türklüğün ezeli düşmanlarından, “Agoplar’dan,” Rumlardan, Avrupalı “Jacques’lardan” ve “Hans’lardan” bahsediyor.

Köylere doğum kontrölünü sokan, gençliği yozlaştıran, Türkiyenin ulusal servetini kepçeleyen hep bu düşmanlar işte. Türkiye’nin bürokratları, çiftçileri, dul ve yetimleri onlara faiz ödemek zorunda bırakılıyorlar ki “Yahudi hakimiyeti daim olsun.”

Bu arada, diyor, yönetici sınıf da sere serpe plajlara uzanmış, şık kokteyllerini yudumlayıp, dünyanın uzak köşelerinden gelmiş egzotik dansözleri izliyorlar. Ülkedeki bütün kötülükler, hırsızlıklar ve yolsuzluklar, diyor adam, Batıya teslim olmuş bu zihniyetten kaynaklanıyor.  Ama Türkiye’nin asıl sahipleri çok yakında ülkelerini geri alacaklar. “Sevdalanmalısınız” diyor, “bu ülkede bir gün şeriatın hüküm süreceği fikrine tutulmalısınız.”

“Ahlak alanında köle devrimi”

İlerleyen yıllarda bu genç adam, Tayyip Erdoğan, İstanbul’un Belediye Başkanı, Türkiye’nin Başbakanı ve 2014 yılında da Cumhurbaşkanı oldu. Bugün devletin DNA’sını yeniden düzenliyor. Geçtiğimiz sene Anayasa’yı yeni baştan yazarak, önümüzdeki on yıl boyunca devlet aygıtlarının yeniden biçimlendirilmesine olanak sağlayacak bir süper başkanlık sistemi yarattı. Ama önce bir seçim daha kazanması gerekiyor ve bu seçimin ilk turu 24 Haziran günü yapılacak.

Türkiye’yi izleyen gözlemciler Erdoğan’ın yükselişini genellikle İslamcılığının cazibesiyle, milliyetçiliğiyle ve Batı Karşıtlığıyla açıklamaya çalışıyorlar ama, Friedrich Nietzsche’nin “hınç” veya “ahlak alanında köle devrimi” dediği şey sanki daha iyi bir yanıt sunabilir.

Pankaj Mishra Öfke Çağı: Şimdinin Tarihi isimli kitabında bu fikrin izini tarih boyunca sürüyor. Alman Romantikleri’nin Fransız aydınlanması karşısında duydukları hınç var mesela, ya da Osmanlıların ve Rusların dünyanın yanlarından geçip gitmesi karşısında duydukları hınç. Mishra bu duyguyu “yoğun bir kıskançlık, aşağılanmışlık ve çaresizlik hissinin tetiklediği, diğer insanların varlığına duyulan varoluşsal bir haset” şeklinde tarif ediyor.

“Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?”

Bu duygu Türkiye’de on yıllardır mevcuttu ve siyasi yelpazenin tamamına yayılmış durumdaydı. Ve Erdoğan’ın kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullandığı duygu da bu.

Türkiye 1960’larda nüfusunun sadece %31’i kentlerde yaşayan, uyuşuk bir tarım toplumuydu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde bu oran %66’ya çıkmıştı. Sanayileşmeyle birlikte Türkiye’nin ekonomisi de büyüdükçe, kitlesel kentleşme büyük bir toplumsal ve manevi altüst oluşa neden oldu. İnsanlar aniden fakir bir ülkede doğmuş oldukları gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldılar.

Paris veya Newyork’un daha küçük ve kötü kopyaları olan Ankara veya İstanbul’un daha küçük ve kötü kopyaları olan kasabalara sıkışmış durumdalardı. Neden düzgün bir eğitim almadığı sorusuna, popüler halk müziği sanatçısı İbrahim Tatlıses’in verdiği yanıt meşhurdur: “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?”

Bir çok Türkiyeli için dünya işleyen ve işlemeyen olmak üzere iki yarıdan müteşekkildir ve kendilerinin hangi yarıya ait olduklarını da gayet iyi bilirler. Tabii dünyanın öbür yarısının da bu durumun farkında olduğunu da bilirler ki bu çok aşağılayıcı bir şeydir.

“Başarısını besleyen şey”

AB’nin düzenli olarak yayınladığı “ilerleme raporları”  onlara, daha üst bir medeniyet seviyesinde olduğu düşünülen insanlar tarafından yargılandıklarını hatırlatır. İnsanlar hükümeti, gazetecileri hapse atmaması için, veya muhalefeti bu durumu protesto etmemesi için uyardıklarında, bu uyarıya neden olarak gösterdikleri şey bir ilke değil, Türkiye’nin “itibarının sarsılması” kaygısıdır.

“Aman İtibarımız sarsılmasın” demek “herkes bize bakıyor. Ayıp! Biraz medeni ol!” demektir aslında. Yüzyıllardan beri ülkenin dokusuna işlenmiş bir kendine acıma kültürüdür bu. Hınç da, bu kadere bir isyandır. Ve Erdoğan’ın başarısını besleyen şey, her şeyden çok bu isyandır.

Türkiye’de muhtemelen Sezai Karakoç tarafında yazılmış Erdoğan’ın en sevdiği şiirlerden birini, yine Erdoğan’ın ağzından dinlememiş kimse yoktur:

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.

Bu dizelere can veren duygu, yenilgiyi yenmek için yürütülen destansı bir mücadeledir. Bu mücadelenin motoru, milletin efsanevi gücüdür. Bu toprakların değerlerinin cisimleştiği sıradan insanlar anlamına gelen Das Volk kavramını Alman Romantik düşünürleri geliştirmişti. “Das Volk” bölücü, şehirli ve yabancı olan her şeyin tam zıddıydı.

“Bir fikre atıf yapıyor”

Erdoğan da konuşmalarında benzer bir fikre atıf yapıyor: Millet. Sahici Türk olanlardır, millet. Milletin kentlerini inşa eden, çocuklarına bakan, savaşlarında savaşanlardır millet. Erdoğan’ın seçim afişleri bu grubu büyük aileler halinde, küçük kasabalarda yaşayan ve büyüklerinin ellerini saygıyla öpen insanlar olarak resmediyor.

Bu imge sadece seçmenleri cezbetmek için düşünülmüş bir şey değil, bariz bir ulus inşası çabası da aynı zamanda. Önceki seçim kampanyalarının videolarında milletin büyük araba konvoyları oluşturup, ülkeyi boydan boya kat ettiği, Türk bayrağını korumak için insan kuleleri oluşturdukları görülüyordu mesela.

Millet’in iradesi efsanevi boyutlara taşındığında, seçimler de yarı dini olaylar halini alıyor. Seçim geceleri sonuçlar TV ekranlarında belirdiğinde, yorumcular  “milletin iradesi tecelli etti” diyerek olayı kutsuyorlar.

“Ülkeyi Müslüman ve İslamcı olarak yönetemiyor”

Bu hareketin İslamcılıkla bir alakası yok — aslında yok yani. Erdoğan’ın kendisi, görüldüğü kadarıyla gerçek bir Müslüman ve İslamcı, ancak ülkeyi bir Müslüman ve İslamcı olarak yönetmiyor. Ülkenin gençliği her zaman olduğundan daha seküler.

Erdoğan Hükümeti, dışpolitikada dünyadaki tüm Müslümanların koruyucusu olma iddiasını taşısa da, Rusya’nın ilhak ettiği Kırımdaki müslüman tatarlarla veya muhtemelen dünyada en çok baskıya maruz kalan Xingyang Uygurlarıyla ilgili sesini çıkartmıyor.

Erdoğan Hükümeti daha çok, ona Batıyla yüzleşme fırsatı veren Avrupa’daki İslamofobi ve İsrail-Filistin ihtilafı gibi konularla ilgileniyor. Burada İslamcılık Erdoğan’ın eylemlerine yön gösteren bir ilke değil. Daha ziyade hıncına ev sahipliği yapan bir ideoloji.

Ekonomik alanda bu hınç Batı modernliğinin dışarıdan görünen tüm yönlerini taklit ediyor. Erdoğan hükümeti dev havaalanları, çakma eğlence parkları ve her şehire bir üniversite inşa ediyor. Bizzat Cumhurbaşkanı’nın kendisi büyüme rakamlarına çok güveniyor, onlardan her fırsatta bahsediyor.

“Nefret ediyor!”

Tarihte hınç söz konusu olduğunda hep olduğu gibi, Türkiye de Batı’nın “mekanikleşmesinden” ve “ruhsuzluğundan”  nefret ediyor, ama gelecekte daha fazla aşağılanmamak için, kendi toplumunu aynı türden bir yarılmaya maruz bırakıyor. Türkiye vatandaşları bugün maden kazalarından, nehir kirliliklerinden, hiç bitmeyen trafikten muzdaripler. Burada söz konusu olan gelişme için bir gelişme sürecinden ziyade, modernliğe alelacele bir kapak atma çabası sanki.

Batı ile bu yarış televizyon ekranlarına da yansıyor. Haber programları her gün, terör örgütleri olsun, muhalefet partileri olsun, CIA olsun, faiz oranları olsun, hükümetin hoşuna gitmeyen her ne varsa onu, milleti yok etmeye çalışan, yekpare bir düşmanın elindeki araç olarak sunuyorlar. Tarihsel kurgular da bu öyküyü satmaya yarıyor.

Televizyon dizileri, Anadolu’yu Bizansın elinden kurtarmış, İstanbul’u fethetmiş, 1. Dünya savaşında İngilizlere karşı savaşmış afili Türk kahramanlarından geçilmiyor. Böyle dizilerde genellikle, Türk milletini esir etmeye çalışan süfli bir Hristiyan kral veya kurnaz bir İngiliz ya da Amerikalı ajan, milletin kararlılığı sayesinde alaşağı ediliyor. Bu dizilerin meşhur sahnelerinden birinde, Erdoğan’dan esinlendiği anlaşılan bir 2. Abdülhamit karakteri, İngiliz elçisinin kendisini kandırmaya çalıştığını anlıyor ve ona öfkeyle bir Osmanlı tokadı aşkederek “defol” diye bağırıyor.

Elbette bunların tamamı sadece bir fanteziden ibaret değil. Avrupalı devletler Osmanlı İmpratorluğu’nun dağılmasına gerçekten de nezaret ettiler. ABD, soğuk savaş boyunca bu küçük ortağını kendisine benzetmeye çalıştı ve bu amaçla gerektiğinde orduyla işbirliği yapmaktan da geri durmadı.

Halen de Türkiye’nin varoluşsal düşman olarak gördüğü PKK’nın Suriye’deki kolunu destekliyor. Ayrıca, 2016 yılındaki başarısız darbe girişimini sahnelemiş olması kuvvetle muhtemel Gülen organizasyonunun lider kadrosuna sığınacak güvenli bir liman da sunuyor.

“Darbe girişimi üst akıl tarafından sahnelenmiş”

Darbe gecesi çekilmiş ve sonradan ortaya çıkmış doğaçlama bir videoda Erdoğan darbe girişiminin “üst akıl” tarafından sahnelendiğini söylüyor ki bundan kastı ABD.

AKP milletvekili Metin Külünk, sonradan yaptığı bir açıklamada Darbe girişimini “muzaffer medeniyet ile mağlup medeniyet arasındaki bir çatışma” olarak tanımlıyor. Bu çok sık karşılaşılan bir tema: Teknolojik ve kurumsal olarak bir şekilde daha üstün olan Batı ile mücadele eden AKP. Bu mücadelede zaferi getirecek olan milletin efsanevi gücü. Bu güç Batı’da olmadığı gibi, Batı onu anlamaktan bile aciz.

“Ahlak alanındaki bu köle isyanının” sınırları nedir peki? Erdoğan on yıllardan beri ilk defa cansız bir kampanya yürütüyor. Baskın seçimleri ilan etmesinin sebebi, uzun vadede rüzgarın kendi aleyhine döneceğini hissetmesiydi.

“Onu medya destekliyor, beni millet”

Ekonomi krize girmek üzere. Anketler gençlerin ve özellikle de ilk defa oy verecek gençlerin, partinin cazibesine kapılmaya direndiklerini gösteriyor. Dahası hükümetin kazanma şansı olmayan, mağdur ve ezik statüsü artık sönümlenmeye başladı. Başörtüsü, Osmanlıca sözcüklerin kullanımı ve din eğitimi gibi şeyler artık mülksüzleştirilmiş kitlelere değil, kindar elitlere ait semboller.

Erdoğan seçimleri kazansa bile ülkeyi kendi kafasına göre şekillendirmekte zorlanacaktır. Yıllardan beri muhalefet partilerini milli olmayan terörist seviciler olarak yaftaladı. Ancak bu grup Türkiye’nin %50’sini oluşturuyor ve artık örgütlenmeye de başladı. AKP’nin çok iyi bilmesi gereken ahlaki üstünlük, gün be gün onlara geçiyor.

Eski bir fizik öğretmeni olan Muharrem İnce, seçim kampanyasında Erdoğan’a şöyle yüklendi: “Bana Gariban diyor. Doğru. Ben Garibanların adayıyım. O sarayında beyaz çay içiyor. Ben sizin gibi normal çay içiyorum. Bu nedenle o beyaz Türk, ben zenciyim. Bütün televizyon kanalları onun, bütün gazeteler onun.”

Kitle yuhalıyor. “Manşetleri o atıyor, ben o manşetlere savaş açıyorum.” Kitle kulakları sağır edecek şekilde alkışlıyor, tezahürat yapıyor. “Onun medya destekliyor. Beni Millet.” Kitle buna bayılıyor.  

 

 

/Ahval